Basın Ahlâkına Dair

“Basın Özgürlüğü” her zaman tartışılan bir olgu olmuştur. Basın özgürlüğünün tartışılması önemlidir, gereklidir. Ancak bir o kadar önemli olan “Basın Ahlâkı” savı ise ihmal ve istismar edilmiştir. Basın ahlâkı ya da basın etiği diye adlandırılan bu husus; bireye ve topluma saygı kazandırmaktan başka bir şey değildir.

Hayatımızda önemli bir yer teşkil eden kitle iletişim araçları; sermaye ve güç odaklı bir yapıya dönüşmüş, toplumu yönlendiren bir araç haline gelmiş, gerçek ile kurgu arasında bağ kuran stratejik bir unsur olmuştur. Buna mukabil basının içeriği de yaşantımızda önemli bir etkiye sahip olmuştur. Ancak bu içerik, yapıcı değil yıkıcı bir görev üstlenmiştir. Toplumun lehine değil aleyhine işleyen bir hal almıştır. Rant ve sermaye hırsı basının işleyişini değiştirmiş, reyting yarışları fütursuz ve şuursuz bir medya yapısını ortaya çıkarmıştır.

Tüm bu sorunlar “gazetecilik” mesleğini de tartışılır hale getirmiş, mesleğe olan güveni zayıflatmıştır. Gazetecinin aktivist rolüne bürünmesi ise mesleğin itibar kaybetmesine yol açmıştır. Nitekim gazeteciler haber ile yorumu birbirinden ayırmalı, asıl gayeleri nesnel habercilik olmalıdır.

Sonuç olarak medyanın asli görevi; bilgiyi çarpıtıp servis etmek değil, bilgiyi olduğu gibi aktarmaktır. Halkı, niteliksiz içeriklerle uyutmak değil hoş ve zengin içeriklerle eğlendirmektir. Şiddet ve cinsel içerikli konuları bilinç altına empoze etmek değil faydalı, eğitici içeriklerle toplumu aydınlatmaktır.

Ne diyordu Joseph Goebbels: “ Bana vicdansız bir medya verin size bilinçsiz bir halk sunayım.”    


                                                         Sadullah Necip UZUN

Örtülü Operasyon: Algı Yönetimi


“ İki boyutlu ekrandan çok boyutlu bir savaşı, katilin ağzından bir cinayet hikâyesini ne kadar doğru anlayabiliriz? ”    - Jean Baudrillard -

Dünya, gün geçtikçe gerçeklikten uzaklaşıp bir hikâyenin içerisine doğru sürükleniyor. Algı operasyonları ile zihin ve kalplerin fethedildiği, kavramların gerçek anlamını yitirdiği, hakikatin ortadan kaldırılıp yerine kurgunun inşa edildiği bir dünya. Görmemiz istenenleri görüyor, düşünmemiz istenenleri düşünüyor ve algının figüranları oluyoruz. Olduğumuz yerde kaldığımız sürece bu kurgudan öteye gidemeyeceğiz.

Silah satıp barış isteyen, virüs yayıp ilaç satan, işgal edip demokrasi vadeden; bir düzen(!) ile karşı karşıyayız. Örtülü operasyonlar neticesinde simülasyondan oluşan bir düzen ve hiç olmadığı kadar algıların gerçeklikten koparıldığı bir yaşam. Amerikalı siyasetçi Henry Kissinger’in dediği gibi: “Bir şeyin gerçek olmasından daha önemli olan, o şeyin gerçek olarak algılanmasını sağlamaktır.”
 “Bir Amerikan filminde konu, CIA’nin bir ülkeye düzenlemeye çalıştığı darbe ile ilgiliydi. Darbeyi yöneten CIA yetkilisi CIA Başkanına bilgi verirken şöyle diyordu: “Darbeden sonra iktidara getireceğimiz kişi ülkenin en zengini ve düşüncelerini kendisine ait zannediyor.”
 İnsanların düşüncelerini kendisine ait zannetmesi, başarılı bir algı yönetimine maruz kalması sonucunda gerçekleşir. Algıları yönetenler, “dostlarının” algılarını yöneterek daha kolay yöneteceklerini bildikleri gibi düşmanlarını da daha kolay yöneteceklerini bilmişlerdir.

Tarihsel Süreç İçerisinde Algı Yönetimi   

Tarih sahnesinde algı yönetimine liderler, komutanlar tarafından kullanıldığına rastlasak da modern anlamda algı yönetiminin ilk örneklerini 20. yüzyılın başlarında ABD’de özel şirketler tarafından uygulandığını görüyoruz. 1914 yılında, Ludlow Katliamı sonrasında yaşananlar bu örneklerden biri:
“Rockefeller’ e ait olan bir maden ocağında; düşük ücretler ve olumsuz çalışma koşulları sebebiyle işçiler grev başlatmış ardından grevdeki işçiler şirketin bekçileri tarafından katledilmiştir. Ludlow Katliamı adıyla tarihe geçen bu olay, toplumda büyük yankı uyandırmıştır. Rockefeller’in yerle bir olan itibarını düzeltmek için dönemin önemli gazetecisi ve halkla ilişkilerin (PR) öncüsü olan Ivy Lee, Rockefeller adına çalışmaya başlamış. Lee,  Rockefeller’in yardım derneklerine bağışta bulunmasını ve sıradan insanlar gibi ailesi ile birlikte çeşitli sosyal aktivitelere katılmasını önermiş. Çalışanlarıyla birlikte sohbet etmesi ve dertlerini dinlemesini basına dağıtmış, “Rockefeller Ailesi’nin ülkeye getirdiği faydalar” başlıklı makalelerin basında yer almasını sağlamıştır. Ivy Lee böylece Rockefeller’in toplumdaki olumsuz algısını düzeltmiştir.”

2.Dünya Savaşı’nda, algı yönetiminin “propaganda” modeli ile yoğun bir şekilde uygulanmasına rastlıyoruz. Radyolar, gazete ve dergiler hiç olmadığı kadar birer propaganda araçları haline gelmiştir. “Propaganda sayesinde iktidarı elimizde tuttuk yine onun sayesinde dünyayı fethedeceğiz.” açıklamasını yapan Adolf Hitler propaganda bakanlığı kurmuştur. Bakanlığın yürüttüğü temel politika; bir düşman inşa etmek ve o düşmanı gayri-insanileştirmek idi. Savaşın ABD’li Generali Eisenhower ise şöyle diyordu: “Kâğıt mermi; savaşın en özel ve tercih edilen silahıdır.”
Savaştan sonra propagandanın ABD ve SSCB merkezli karşılıklı olarak işlendiğini görüyoruz. Kapitalizm ve komünizm ekseninde gerçekleşen propaganda faaliyetleri SSCB yıkılana kadar devam etmiştir. SSCB yıkılmasıyla komünizm tehlikesi sona ermiş; ABD, hegemonyasını sürdürmek için kendine yeni bir düşman belirlemişti. Bunu 1989 yılında NATO Genel Sekreteri Willy Cleas şu şekilde itiraf ediyor: “Küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslam’dır.” ABD bu algıyı toplumlara mobilize etmek için somut terör olaylarını piyasaya sürmüştür.

21. yüzyıla gelindiğinde; ABD, Irak İşgalini meşrulaştırmak için geniş çapta algı yönetimi faaliyetleri yürütmüştür.  “Irak’ın nükleer silahlara sahip olduğunu, dolayısıyla Irak’ın dünya barışına bir tehdit oluşturduğunu, savaşın tek amacının Irak’a demokrasi getirmek olduğunu” söylemiştir. Ve kanlı işgali tüm dünya canlı yayında izlemiştir. Bu işgalde uygulanan algı operasyonları,  algı yönetiminin sansürden ibaret olmadığının sansürün yerine kurgunun üretildiğinin bir örneğidir.
Dünyadaki haber servisinin büyük bir kısmını Reuters, CNN, BBC, AP gibi 4-5 haber ajansının elinde tutuyor olması, Hollywood aracılığıyla dünyaya “Popüler Kültür” aşılanması, insan ihtiyaçlarının reklam sektörü tarafından belirlenmesi, ilaç şirketlerinin her yıl ilaç lobilerine büyük meblağlar aktarması; günümüzde uygulanan algı operasyonlarının bir parçasıdır.

Algı Yönetimi ve Medya    

Algı yönetimi uygulamalarına baktığımızda medyanın en büyük araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Medya ile uygulanan operasyonlarla, gerçek -illüzyon arasındaki fark ortadan kalkmaktadır. Bizler herhangi bir olayı çıplak gözle tüm gerçekliğiyle izlerken, aynı olayın televizyondaki yansıması kameramanın seçtiği açıdan ibarettir. Bir de buna yöneticilerin içeriğe yapmış oldukları müdahaleleri eklersek olaydan bağımsız bir kurgu izlemiş oluruz. Bu çerçevede medya; bilginin üretildiği, abartıldığı ve şekil değiştirdiği bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Şekil değiştiren bilgi ise gerçeklik olmaktan çıkar ve bir simülasyon haline gelir.

Medya, eğlendirirken de düşündürürken de manipüle etmeyi başarır. Böylece; medya eliyle toplumsal rıza üretilir ve hedef kitle, iletilen fikri kendi fikri gibi benimser. Toplum, medya üzerinde bir egemenliğe sahip değildir. Nelerin sunulacağını medyayı kontrol edenler karar verir. İsrail’e atılan bir füzenin medyada yer bulma biçimi ve yoğunluğuyla İsrail’in misket bombalarıyla yaptığı saldırıların medyada yansıması arasındaki fark; medyanın kullanış biçimini anlamak için yeterlidir. Özetle, medya ile toplum “gerçeklik” olgusunu kaybetmiş gücün; ideolojisinin ve politikasının kurbanı haline gelmiştir.

Algı Yönetimi ve Kavramlar  

Algı yönetiminde kullanılan diğer bir araç ise kavramlardır. Kavramlar düşüncelerimizin yapı taşlarıdır. Kavramların içeriğine yüklenen yeni anlamlar ve sürekli tekrar edilmesi; zihinleri ve düşünceleri etki altına alabilir. Günümüzde de birçok kavram karmaşası yaşanmakta ve yanlış düşüncelere yol açmaktadır. Bu duruma birkaç örnek verecek olursak:
-           “Cihat” kelimesi İslam literatüründe; büyük cihadın nefsi ıslah etmek olduğu belirtilirken, medya ve terör örgütlerince bu kavramın ne denli istismar ve dejenere edildiği aşikârdır.
-          “Ortadoğu” kavramı coğrafi bir kavramdan ziyade siyasi içeriğe sahiptir. Emperyal bir bakış açısıyla ortaya çıkmış ve batının siyasi emelleri doğrultusunda kullanılmaktadır.
-          “Radikal İslam” kavramı tamamen mantık dışıdır. İslam’ın kuralları sabittir, nettir. Bu durumda İslam kavramının radikal ya da ılımlı şeklinde nitelendirilmesi yanlıştır.
-          “Kredi Kartı” kavramı bize verilen bir lütuf gibi algı oluştururken işlevine baktığımızda “Borçlanma Kartı”dır.
-          “Güzel ve cesur mankenimiz moda defilesinde soyundu.” cümlesindeki “cesur” kavramı hakiki anlamın dışında “hayâsızlık”, “edepsizlik” manalarının yerini almıştır.
Kavram karmaşası yüzünden; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, haklı ve haksızın belirlenmesinde kullanılan değer yargıları asli hüviyetini yitirdiğini söyleyebiliriz.

Kısaca algı yönetimi; başta medya ve kavramları kullanarak hedef kitleyi, istenilen bir fikir ve amel üzerinde rıza gösterecekleri bir inanma ve ikna olma sürecine dahil eder. Zihinler işgal edilir, duygular sömürülür, kavramlar kirletilir.

Ülkemiz her ne kadar TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, TRT World gibi önemli kaynaklara-kurumlara sahip olsa da batının örtülü operasyonlarını göğüsleyecek, kurgu yerine hakikati yerleştirecek daha fazla kaynaklara ihtiyacı vardır.

Bundan yaklaşık 2500 yıl öncesinde Çinli General Sun Tzu’nun ifade ettiği, “Mükemmellik yüz savaşın yüzünü de kazanmak değildir. Asıl maharet düşmana hiç savaşmadan boyun eğdirmektir.” felsefesi egemen bir bakış açısıyla vizyona sokulmuştur.

                                                                                   Sadullah Necip Uzun

 

  Giriş

   Jean Baudrillard ile Marshall McLuhan, 'kitle iletişim araçları' hakkında çarpıcı görüşler ortaya atmış, kuramlarıyla döneme damgasını vurmuşlar ayrıca yapmış oldukları analizlerle günümüze de ışık tuttuklarını idrak edebiliriz.
   Baudrillard, medyanın; gerçeğin üstünü kapattığını ve kendi gerçeğini yarattığını böylece simülasyon evrenin ortaya çıktığını iddia etmiştir. McLuhan ise sürekli gelişen kitle iletşim araçlarının zaman ve mekan kavramını ortadan kaldırdığını, dünyanın küresel bir köye dönüştüğünü ve bu iletişim çağında 'mesaj' kavramını yitirip 'aracın' mesajın kendisi haline geldiğini dile getirmiştir.
   Bu iki kuramcı araştırmalarını 20. yüzyılda yapmıştır. 21. yüzyıl dünyasında, bu tezlerin ne denli isabetli görüşler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira; telekomünikasyonun gelişmesi sınır kavramını ortadan kaldırdığı, özel hayata erişebilirliğin ortaya çıktığı, medyanın gerçekleri çarpıtıp kendi gerçeklerini topluma empoze ettiği farkına varılması gereken bir husus haline gelmiştir.
   Marshall ve Jean, genellikle medyanın farklı rolleri üzerinde durdu. Ancak bu iki görüşün birbirini nasıl tamamladığını analiz edebiliriz. Böylece medyanın toplum üzerindeki etkisi ve konumunu daha iyi teşhir etmiş oluruz.

  Jean Baudrillard'ın Medya Analizi

   Baudrillard’ın ifadesiyle, "bizler “hiper-geçekliğin” etkisi altına girmiş, her şeyin simülasyon tarafından saydamlaştırıldığı, “hipergerçek” bir dünyada yaşıyoruz." Gerçekliğin kapitalizm ve kitle iletişim araçları tarafından emilerek, başka bir gerçekliğe, hiper gerçekliğe dönüştüğünü savunur. Bu durumda gerçek olanla olmayan arasındaki ayrım kalkmıştır, bunun yerini simülasyon ve simülakrlar almıştır.
   Baudrillard, kitle iletişim araçlarıyla yaygınlaştırılan kültürün satın alma kültürü olduğunu düşünür. Ona göre, mesajın eleştirel yanı kitle iletişim araçları ile birlikte yok edilmektedir. Mevcut toplumsal düzeni de değiştirme gücüne sahip olan bu iletişim araçları, makul bir vaat ve ilgi çekici mesajlarla kitlenin katılımını sağlar ve yönlendirir.
   Üretimin, rasyonel bir etkinlik olmadığını ileri sürdü. Tüketicinin reklam vb. yollarla aldatılmasını; göz boyayıcı bir oyun olarak yorumladı.
 Gerçekle sanal arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Mesajın anlamının üretilmesi yerine anlamın sahneye konulması kavramı birbiri içinde evrilmektedir. Baudrillard’a göre burada bir anlam simülasyonu oluşmuştur. Aslında simülasyon evreninde anlam kaybolmuştur. Kitle iletişim araçlarından kitlelere aktarılan mesaj, kitlelerin anlam yokluğu ile yüzleşmelerini engellemektedir.
Gerçeklik haber için en önemli öğelerden biridir. Yüz yüze iletişimde çevremizdeki insanlara ilişkin bir haber duyduğumuzda edindiğimiz bilgilerin gerçekliğini sorgularız. Gerçekliğine ikna olduğumuz,  inanmak istediğimiz bilgileri gerçek, inanmadıklarımıza ise söylenti, dedikodu olarak değerlendiririz. Fakat işin içine bir kitle iletişim aracı girdiğinde karşımıza yeni bir gerçeklik kavramı çıkmakta. Öncelikle böyle bir ortamda karşılaştığımız gerçeklik, kendi gördüğümüz ve duyduğumuz ya da yakınlarımızın süzgecinden geçen gerçeklikten çok farklıdır. Çünkü bu kez algıladığımız gerçekliği kendi yöntemleri, sınırlılıkları ve güçleri izin verdiği ölçüde bize aktaran, bir kitle iletişim aracıdır.  Televizyon teknolojisini ele aldığımızda, haber değeri olan herhangi bir gerçekliğin çıplak gözle algılanması ile bu gerçekliğin televizyona yansıması arasında önemli farklılıklar oluşur. Bizler herhangi bir olayı çıplak gözle izlerken ve dilediğimiz açıdan olaya bakma özgürlüğüne sahipken, aynı olayın televizyondaki yansıması, kameramanın seçtiği açı ile sınırlıdır. İşte kameramanın seçtiği bu açı, onun yaşanan bu gerçekliğe kattığı yorum olarak kabul edilebilir. Bu nedenle, çıplak gözle görünen gerçeklikle, ekranda izlenen gerçeklik arasında farklılıklar vardır. Ekranlarda izlenen salt gerçeklik değil, kurgusal gerçekliktir.  Televizyon haberlerinde izlenen gerçekliğin biçimlendirilmesinde rol oynayan sadece kameraman değildir. Ekranda izlediklerimiz, çekimler arasından seçilmiş, ayıklanmış, ses ve görüntü efektleriyle süslenmiş ve üzerine metin eklenmiş iletilerdir. İşte haberin çekilmesinden ekrana yansıtılmasına dek izlenen süreçte gerçekleşen tüm müdahaleler, gerçekliğin yeniden biçimlendirildiğini göstermektedir.
     İnsanların büyük bir çoğunluğu, algıladıkları ve gördükleri dışında bir gerçeklik olduğuna inanmak istemez, bu da medyanın işini kolaylaştıran en büyük etkenlerden biri. İnsanları ikna etmek o kadar zor olmuyor. Çünkü insanlar, sorumluluktan kaçmak istiyor, eğlenmek istiyor, unutmak istiyor. Siz hakikati sunmak isteseniz bile ne kadar kişinin isteyeceği gerçekten şüpheli.
Simülasyon adlı birçok şeyin kökünden yerinden oynatıldığı devasa süreç içerisinde televizyon büyük bir role sahiptir. Reality Show’lar, haberler, stüdyolar birer hiper gerçek yutturmacanın sahneleri gibidirler. Örneğin 1971 yılında Amerikan televizyonu bir Amerikalı ailenin/(Loud ailesi) günlük yaşamını kaydetmek için evlerinin her köşesine kameralar koyup yedi ay aralıksız çekim yaparak bir TV programı sunmuştur. Bu olay daha sonraları Bu Türkiye’de de yapımı gerçekleştirilen Biri Bizi Gözetliyor formatındaki programlara oldukça benzemektedir. Aradaki fark bir tarafta Loud ailesinin yaşamına kameralar yerleştirilirken, diğer tarafta kameralardan oluşan bir eve yaşamların yerleştirilmesidir. Başka bir deyişle işlem bir bakıma tersine dönmektedir. Zaten simülasyon bütün işlevsellik ve nedensellikleri tersinir kılma gücüne sahiptir. Yapımcılara göre Loud ailesi deneyindeki amaç gerçek bir yaşamın kaydedilmesidir. Ancak bu mümkün olamaz, çünkü her yerde kameraların bulunduğu evde bu aile ‘sanki biz orada değilmişiz gibi’ davranamaz. Bu sanki Loud ailesi oradaymış gibi sözüyle aynı anlama gelmektedir. Daha sonraları Truman Show adlı film de benzer bir yaklaşımla yapılmıştır. Evi zannettiği televizyon stüdyosu aynı zamanda Truman’ ın gerçek zannettiği bütün yaşamını hiper gerçek yapar. Loud ailesinde de, BBG ’de de Truman Show’ da da aynı şeyi gözlenir: anlamsız olana aşırı anlam yüklemek.  Amaç gerçeğe saplantılı bir biçimde yaklaşma arzusudur. Bu arzu sonucunda gerçek artık yok edilmiş yerini simülakrı almış ve çekimler tamamlandıktan sonra Loud ailesi dağılmıştır. Loud ailesi yaşamları kaydedilip televizyonda gösterilmeden yaşayamayan bir ailedir. Bu program bir ailenin yaşamının kaydı olmaktan çok bir kurban törenidir.
Baudrillard'ın örneğine bakacak olursak: Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan'daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.
Körfez savaşının gerçekte yaşanmadığı bir simulakr olduğunu tezini de Baudrillard ortaya atmıştır:
“'Savaş kan ve dehşet görüntülerinin olmadığı bir reyting oyunu haline dönüşmüştür. Öyle ki, akşam işten evlerimize geldiğimizde yemeklerimizi yedikten sonra bacaklarımızı sehpaya uzatıp çaylarımızı yudumlarken, dizinin devamını seyreder gibi sakin ve o rehavetle bugün savaşta ne oldu bakalım bir dediğimiz bir duruma dönüşmüştür. Acıları duyumsamadığımız, empatiden yoksun kaldığımız, iliştirilmiş (sözde) gazetecilikle gerçekleşen haberlerde haber niteliği taşıyan bir şey yoktur. Artık haberler de savaşlar da sadece simülasyondur. Parlayan ışıkları savaş diye seyreden bizler, savaşın çok uzağındaymış gibi gece kameralarıyla çekim yapan yeşil ekranda; koşan askerleri görürüz sadece. Bu sahnelerde ölen siviller yoktur, çocuğunu kaybeden babanın ağlamasını haberci çekemez. İşte bu yüzden savaşlarda gerçekliğini yitirmiş durumdadır. Sadece simülasyona dönüşen ‘bu savaş’ diye izlettirilen ve izlediğimiz savaşlar söz konusudur. Bizler bu simülasyona gerçek diyoruz. Bizim gerçeğimiz simülasyonla yer değiştirmiş durumdadır. Gerçek çoktan yerini simülasyon alanına devretmiştir.”
   Baudrillard'ın, medya araştırmalarında genel olarak vardığı sonuç: Medya bir gerçekliğin yansıması olarak başlar, gerçekliği çarpıtır, olmayan şeylere inandırır ve bir süre sonra kendi gerçekliğini yaratarak gerçekliğin kendisi simülakrı olur.

                   

  Marshall  McLuhan'ın Medya Analizi

   Kanadalı iletişimci Marshall McLuhan 1960’larda “Küresel Köy” (global village) kavramını kullanarak; kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle dünyada herkesin olup biten olaylardan haberdar olacağını ve toplumların giderek birbirlerine benzeyeceğini ifade etmiştir. McLuhan ayrıca insanlık tarihinin aslında kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle belirlendiğini ve dönemlere ayrıldığını da iddia ederek teknolojinin nedenli belirleyici olduğunu vurgulamıştır.  
McLuhan, “Araç Mesajdır” (The Medium is the Message) adlı kitabını yayınlayarak bir anda üne kavuştu. Teknolojinin değeri, geleneksel anlamda nasıl kullanıldığı ile biçimlendirilirken bu eserde aracın gerçek içeriğin kendisi olduğu anlatılmıştır. McLuhan’a göre araç, insanın uzantısıdır. Verilmek istenen mesaj araç ile şekillenir. Örneğin bir hikayenin sözle anlatılması, sahnede oynanması, bir radyodan aktarılması veya televizyonda sergilenmesi o hikayenin ilettiği mesajı alan kişi tarafından farklı anlamlar kazanır.
McLuhan'a göre her yeni iletişim teknolojisi hiç farkında olmasak da dünyayı başka biçimde algılamamıza yol açar.
McLuhan: “Şunu unutmamak gerekir ki,  anlamak, algılamak ve adlandırmak insan zihinsel sürecinin bir sonucu olmaktan çıkmış ancak elektronik sistemlerin ve dolayısıyla teknolojinin gelişmesiyle birlikte insan kendi vücudundan çıkarak bu elektronik dünyanın bir uzantısı haline gelmiştir.” Bilgisayar, TV, Internet gibi araçlarla birlikte normal algının elde edemeyeceği uyarıcıları teknoloji ile elde etmeye başlamıştır. Bu durumu bir kazanım olarak algılayan insanlık neyi kaybetmiştir? Bu sorunun cevabı nettir aslında; insanlık kendi gerçekliğini kaybetmiş ve teknolojinin ideolojisinin ve politikasının kurbanı haline gelmiştir.
    Sonuç itibariyle McLuhan’ı ilgilendiren, ekranda gösterilen aksiyon veya hadiseler değil, bilakis televizyonun seyircide meydana getirdiği algı hareketidir. Sinema seyircinin katılımı filmi sessizce seyretme biçimindedir. Oysa televizyon seyircisi, içerik yoğunluğunun az olması dolayısıyla televizyon görüntüsünü belirli bir biçimde tamamlamaya ve sonuçlandırmaya, bir başka deyişle resmi tamamlayıp parantezini kapatmaya davet edilir. Bu resmi tamamlayıp parantezi kapatma işlevi, televizyonun kendine özgü bir medyum olarak, program içeriklerinden bağımsız biçimde algılayıcısını gerçekleştirmeye zorunlu kıldığı bilişsel bir operasyondur. Mevcut haliyle devam ettiği sürece, seyircinin kendisini televizyon tarafından sunulan tecrübe formlarına uydurmak zorunda kalacağını öngören McLuhan, televizyona karşı durabilmek için, panzehir görevi üstlenebilecek başka bir medyaya, örneğin yazılı metinlere geçmeyi tavsiye etmektedir.

Sonuç

   “Medya çağı, bir Gösteri Çağı”dır. Gösteri çağıysa, ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her şeyin eğlenceli bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılama ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemdir.
    Tüm bu analizler sonucunda vardığımız nokta; egemen güçler, siyasi iktidar ve içinde bulunduğumuz kapitalist sistem tarafından, hakikat olanın yok edildiği ve yerine yenilerinin inşa edildiğidir. Olduğunuz yerde kaldığınız sürece, tüm gördükleriniz, bir kurgunun fazla ötesine gidemeyecek öykülerdir. İki boyutlu ekrandan çok boyutlu bir savaşı, katilinin ağzından bir cinayet hikayesini ne kadar doğru anlayabiliriz?



                                                                              Sadullah Necip UZUN / İstanbul Üniversitesi
  

Komplo'suz Teori: Su Savaşları



  Dünya’daki su kaynaklarının sadece %2.5 civarının temiz su olduğu düşünüldüğünde giderek artan nüfus, kentleşme, küresel ısınma ve bunlara paralel olarak küresel iklim değişikliği sürecinde olmamız, açık ve net bir şekilde insanlığın gelecekteki en büyük ortak sorunu susuzluğun olacağını söyleyebiliriz.
   Son elli yılda dünya nüfusunda 2.5 kat tüketimde ise 4.5 kat artış var. Bununla beraber, sanayi devrimiyle enerji için fosil yakıtlar kullanmaya, dört buçuk milyar yıldır toprağın altında depolanan karbonu katı, sıvı, gaz halinde çıkarıp atmosfere salmaya başladık. Haliyle, Soçi’ye Kış Olimpiyatlarını izlemeye gidenler denize girip güneşlendiler.
   Aslında yukarıda bahsettiğim ortak sorunun şimdiden başladığını, suyun ülkeler arasında çekişmelere yol açtığını, bankerlerin tatlı su kaynaklarını tekeline almak istediklerini, suya muhtaç halk ile su tüccarları arasında çatışmaların yaşandığını medya gündeme getirmese de, politikacılar pek dillendirmese de hepimizin az çok gördüğünü söyleyebiliriz.
   Biraz da örneklerden bahsedelim:
-          ABD’nin Ulusal İstihbarat Ofisinin yayınladığı küresel su güvenliği raporunda 2020 den sonra yaşanacak su kıtlığının olası savaş senaryolarını doğurabileceğini işaret ediyor.
-          İsrail, işgal altında tuttuğu Filistin topraklarındaki su kuyuların 5/4’üne hakim durumda. Ayrıca İsrailli işgalcilerin 30 dan fazla kuyu açmasına karşılık Filistinlilerin 1967’den bu yana kuyu açması yasak. İsrail’in Golan Tepelerine hakim olması su ihtiyacından da kaynaklanmaktadır.
-          Brezilya’yı vuran kuraklık nedeniyle 100 den fazla kentte su karneye bağlandı. 6 milyon kişinin su kullanımı sınırlandırıldı.
-          ABD ve Meksika arasında Kolorado Irmağı suyunun paylaşımı konusunda süregelen anlaşmazlıklar var.
-          Çin-Hindistan-Pakistan-Bangladeş arasında geçmişte olduğu gibi su kaynaklarına hakim olma mücadeleleri devam ediyor.
-          IŞİD terör örgütünün elde ettiği galibiyetler Dicle ve Fırat nehirleri boyunca olması göze çarpıyor. Uluslar arası enerji uzmanı Mehmet Öğütçü ; “ IŞİD’in sadece sunni bölgeleri işgal etmekle kalmayıp, aynı zamanda Fırat Nehri boyunca olan kentleri ele geçirdi.” açıklamasında bulundu.   



20. yüzyıla nasıl “petrol” damgasını vurduysa, 21. yüzyıla da “tatlı su kaynaklarının” damga vuracağını söyleyebiliriz.


     Güneydoğu Anadolu Projesinin (GAP) Hakimiyeti Kimlerin Eline Geçiyor?

   Dünyanın en büyük projelerinden biri olan GAP gerek coğrafi gerek burada elde edilecek ürünler itibariyle iştah kabartan bir proje. Böylesine geniş bir projeyi yabancıların göz ardı edemeyeceğini idrak edebiliriz. Daha da ileri gidelim; övündüğümüz bu projeyi deyim yerindeyse kaybetmek üzereyiz. Şimdi yazacaklarım bu öngörünün ispatı vücut etmesidir.
-          İstihbarat danışmanı olan Robert D. KAPLAN 1994 yılında Amerika’daki yazmış olduğu bir makalede; “Türkiye Atatürk Barajına, GAP’a neden bu kadar para harcıyor, nasıl olsa elinden çıkacak.” ifadesini kullanıyor.
-          1994 yılında bir programa konuk olan Türkiye Musevi Cemaati temsilcisinin önde gelen isimlerinden Nesim Levi, Türkiye’den İsrail’e göç etmiş Yahudi ailelerinden bir kısmının Türkiye’ye geri dönerek Urfa bölgesine yerleşmekte olduklarını belirtmiştir. (Şanlıurfa gerek BOP için gerek GAP için önem arz eden bir konumda)
-          1995’li yıllarda çıkan haberlere göre; ” İsrailli finans şirketleri GAP’a kredi yarışına girdi.”
-          NOKTA dergisinin bir yayınında; “İsrailliler GAP bölgesinde 450 bin dönüm arazi satın aldı.”
-          2000 yılında Şanlıurfa Valisi Şahabettin Harput ; “ GAP gizli açık ortaklıklarla satılıyor.” diyordu. Harput, GAP bölgesindeki toprakların yabancı ülkelere özellikle de İsrail’e satılmasına karşı direndiğini ifade etmiştir. Bu açıklamalardan sonra vali görevinden alındı.
-          Artık yabancı firmaların yatırımlarını bu bölgeye kaydırdıklarını GAP İdaresi de doğruluyor.
-           Asıl ürkütücü gerçek, yabancı firmalar yatırım yapmadan önce sıkıntı yaşamamak için Türk firmalarıyla ortaklık kurması.


   İştah kabartan bu projenin meyvesini kimler yer dersiniz?

            Medeniyetin Bir Parçasından, Ticaret Nesnesine Dönüşen ; Su
   Eskiden insanlar su ihtiyaçlarını mahallelerdeki çeşmelerden, su kuyularından karşılardı. Şimdi ise herkesin elinde parayla satın alınan pet şişeler. Satın aldığımız suyun güvenirliliği ise meçhul.

   Çeşmeler, hamamlar, köprüler bir zamanlar medeniyetin taşlarındandı. 21. yüzyılda ise ‘Çağdaş Medeniyetin’ rant kültürü oldu. Oysa ki inancımızda, suyun kamu malı olduğu, satılamayacağı ya da rant unsuru olamayacağı yer almaz mı?
İster kapitalizm deyin, ister demokrasi…
Şeytani bir sisteme doğru yol almaktayız.

                                                                        SADULLAH NECİP UZUN/İstanbul Üniversitesi

Küreselleşme Sürecinde Medyanın Rolü

   1980’lerden sonra uydu yayıncılığının gelişmesi, televizyonların evlerimize girmesi, haberlerin çok kısa sürede tüm dünyaya ulaşması; “ülke sınırlarının ortadan kalktığı” savının gerekçesi olmuştur. Bu görüşü ortaya ilk atan İletişim Felsefecisi Marschall McLuhan düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: “Televizyon dünyayı küresel bir köye dönüştürecek ve toplumlar giderek birbirine benzeyecek.” Son yıllarda bilgisayar ve internetin yaygınlaşmasıyla bu küresel köyde iletişim çağını yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi küreselleşme ve kapitalizmle paralellik gösterdiği aşikardır. Asıl üzerinde durmamız gereken konu; ‘bu süreçte medyanın rolü, konumu ve önemini’ tanımlamak olacaktır.
   2. Dünya Savaş’ında radyo ve sinema geniş halk kitlelerine ulaşmak amacıyla bir psikolojik savaş aracı olarak kullanılmıştır. Savaş sırasında gazete, dergi, el ilanları gibi yazılı mecralarda artışlar olmuş bu mecralar propaganda faaliyetlerinde yer almıştır. SSCB’nin Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) ve Pravda (Gerçek) adlı iki gazete psikolojik savaşın en önemli organları olarak yayınlarını sürdürmüştür. Sadece bu savaş sürecinde savaşa dair onlarca film çekilmiştir: Confessions of a Nazi Spy (1939), Ski Patrol (1940), Foreign Correspondent (1940), Forty-Ninth Parallel (1941), Casablanca (1941), Man Hunt (1941), Captains of the Clouds (1942), Commandos Strike at Dawn (1942), In Which We Serve (1942), Mrs. Miniver (1942), The Next of Kin (1942) gibi birçok sinema filmi savaşın birer psikolojik silahı olarak kullanılmıştır.
   2. Dünya Savaşının ardından ABD ve SSCB çift kutuplu sistemi oluşturan aktörler olduğu gibi kitle iletişim araçlarının rolü bu aktörler tarafından belirlendi ve kullanıldı. Soğuk Savaş döneminde uluslar arası iletişim kanallarının asıl amacı dünya üzerindeki insanların sadakatini kazanmak için ideolojik propaganda faaliyetlerini yürütmek olmuştur. Bir kutup kapitalizmi diğer bir kutup komünizmi iletişim araçları sayesinde halka “empoze etme” gayretine girmiştir. Ayrıca bu süreçte bazı Amerikan bilim adamları, “medyanın kalkınmadaki rolü” üzerinde durarak medyanın modernleşmede önemli bir araç olduğunu dile getirdiler. Yani medyayı alır ve kullanırsan modernleşmenin yolunu tutarsın. Bu düşüncenin ekonomik nedeni: Medya teknolojisinin (kitle iletişim araçları) diğer ülkelerde yaygınlığı, bu teknolojileri üreten Batı için ekonomik kar demektir. Kültürel ve siyasal nedeni: Batı tüketim ve siyasal kültürünün benimsenmesi ve böylece Batı’nın global ekonomik pazarda yayılması ve üstünlük sağlamasıdır. 2. Dünya Savaşında medyanın önemini fark eden devletler bu süreçte de önemini ve rolünü kat kat arttırmıştır.
   21. yüzyıla gelindiğinde; propagandanın yerini ikna, algı, imaj gibi kavramlar alırken tank, tüfek gibi sert gücün yerini de yumuşak güç olan kamu diplomasisi almıştır. Öyle ki bunun ilk sinyalini 1983 yılında CIA’nin başkanı Colby yaptığı açıklamayla dile getirmiştir: “Artık belli ülkelerde operasyonlarımızı topla tüfekle değil demokrasi yoluyla yapalım. Aydınları, medyayı, kurumları devşirelim. Gerekli haberleri yayalım.” Nitekim günümüz dünyasında servis yapan haber ajansları sınırlı sayıdadır. Bu ajanslardan Reuter, CNN, BBC, AP gibi 4-5 ajans dünyadaki haber servisinin %90’ını ellerinde tutmaktadırlar. Irak İşgalinde, Afganistan İşgalinde dünya toplumunu nasıl aldattıkları, İslam alemini itibarsızlaştırma çalışmaları, demokrasiyi bir kılıf olarak kullanmaları, kitleleri istenilen şekilde kontrol etmeleri, ihtiyaçlarımızın onlar tarafından belirlenmesi artık fark edilmesi gereken zaruri bir husus olmuştur. Bu tür algı savaşlarında, haber ajanslarından sonra Hollywood’un büyük etkisi olduğu görülmektedir. Hollywood ile dünyaya hakim tek bir kültürün oluşması amaçlanmakta ve bu kültür; tekelleşmiş Amerikan kültürünün eğlence pazarından oluşan “Popüler Kültür”den ibarettir.
   Sonuç olarak küresel dünyanın iletişim çağının enformasyon toplumu olarak nitelendirdiğimiz 21. Yüzyılda; kapitalizmin dünyanın tek hakimi olarak görüldüğü yeni dünya düzeninde emperyalist devletler ve uluslararası şirketler medyayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta ısrarcı olduklarını söyleyebiliriz.

                                                                                                    SADULLAH NECİP UZUN